“Şerefe!”
“Aşka ve de dostluğa!”
Şıngır mıngır. Gluk gluk. Takır tukur. Genizlerimizi cayır cayır yakan ve yemek borumuzdan midemize sıcacık eden, kadınların bordo renk ojeleriyle tutup tokuşturduğu, ufak acıları unutturan ve kederlere katık olan bütün o viskiler. Serin ve gürültülü apartman barları. Yıldızlı geceler ve yanaklardan süzülen gözyaşları. Buruk ve fırtınalı kahkalar, bağırarak ve de uzun uzun edilen sohbetler. Hiçbir masada kalmayan o her şey. Bugün bir yaş daha aldım. Başlangıçtan uzağa atılan adımlar, doğumu unutturan günler birikir ve sırtına bir kambur olup konar insanın. Her ömür sancılı, bazıları daha sancılıdır. Her insan kötüdür, bazıları daha az ve bazıları çok daha kötüdür. Şarap helvayla içilir, arkadaşlar öyle söyler. İlk aşkın roman olmazsa unut bu yazarlık işini. Mavi en güzel renktir. Bir damla bir damla daha büyük bir damla eder ve hayır, tasavvufi değilim. Sigara sağlığa zararlıdır. Ayakları sağlam basan yerden en uzak olandır. Ve elini yeterince yükseğe uzatabilirse insan, göğü delebilir.
Bugün doğum günüm. Yirmibilmemkaç. Abartılacak bir şey de yoktu bu doğumda ve de günlerinde. Dostoyevski de yirmilerinde olmuştu ve Lenin ve de Nietzsche. Yirmiikilerinde veya yirmisekizlerinde zamanın başka bir diliminde kışın elleri üşümüş, muhtemelen pek çok dal sigara tüttürmüş ve başlarının pek üzerindeki yıldızlardan birinde bir şeyleri aramışlardı. Güneş ile ay arasında, dün ile yarın içinde bir yerlerde ve de nefes nefese.
Salome’nin bir yıldızdan kayıp düştüğü bir zamanda bir başka yıldızdan saçlarına konan Nietzsche’yle kuru topraklar üzerinde ilk bakıştığında gördüğü, derin bir uyku öncesi görebileceği bir şeydi. Kesik ve güçsüz soluklarla tüketebileceğinden pek fazla, karanlık çökmeden hemen önce yüreğinin duyduğu korku ve sancıdan pek azı. Öğrendiği hiçbir şeyle benzeşmeyen ve çoğaldıkça tükenen. Bir insan bir insanı doğurur ve onu sonsuz çoğaltır. Kendini ağır ağır sessizce tüketir ve sonunda sonsuz bir benle baş başa ve de ıpıssız kalır. İnandığımız her şey yıldız tozudur. Göksüz kalmış ölü bir yıldızdan olma, Havva’nın rahminden çıkma Adem’in el öptürdükleriyiz. Parladıkça sönüşümüz bundan.
Bul beni. Çünkü daha önce yapmıştın. Bir kez gördüğünü unutabilir mi insan? Ben bazen kendimi unuturum. Platon “insan kendini başkalarının gözbebeğinde görür” der, o halde beni unutmak seni unutmaktır. “Ben olmam için sana ihtiyacım var.” Daha acınası ne olabilir ki? Ölü yıldızlardan bir yerlere saçıldık ve ben kendimi sensiz var edemiyorum, birkaç on veya yüz yıl evvel gibi. Bir ölüden doğmanın sakıncası kendini sürekli yeniden ve yeniden kaybetmektir. Zamanın içinde bir yerlerde sıkışıp kalan ve titrek sesli ruhları karanlık yutar bazen ve parlak gökyüzüne nazaran sonsuz bir yuva olur onlara. Güvende olmanın kaybolmakla hissettirdiği pek çarpışıktır. Ve ben son birkaç aydır pek fazla uyuyorum. Ama şimdi, beni yeniden bulmana ihtiyacım var.
“Bir kadeh daha?”
Batsın mıydı bu harabeye dönmüş dünya? Batsındı. Zaten tüm bu yok oluşlar içinde nasıl her şey yerli yerinde kalabilirdi? Yeni direnişin ismi faşizm. Rüzgâr tersten eseli pek fazla olmuyor. Hepimiz demedik mi birilerinin ardından “Herife bak, hayatını mahvetti..!” diye? Ben dedim. Gurur duymuyorum ama utanmıyorum da. Her başlangıç güzel midir? Bence bir hayat hep boktan başlar. Ufacık dahi şanslı değilsen hep bombok devam eder ve şansın dönerse boğulmadan geberip gidersin. Leş boyunu soldan aşar. Bunu da başka hiçbir can çekişenden duyamazsınız. Yer ve yurt değil bir ben arıyorum yirmibilmemkaçımdan beri. Kurtuluşum kendimde. Benden ayrıldığımda karşılaşacağım bir ben yaratmak. Gömülecek bir çift gözde. Bir üzüm mevsiminde belki. Öyle.
Sallana sallana dönüyorum evime. Eve dönmek. Kuru gürültüden sonra suratına çarpan kendi dopdolu yalnızlığın. Her şehrin sokakları birbirinin aynıdır. Bazıları evine, bazıları denize ve bazıları cehennemin en dibine çıkar, evi cehennemin en dibinde olmayan insanlardan eylesin tanrı sizi! Kimdi lan bu tanrı? Hamam böceklerinin bir tanrıya ihtiyacı olmuş muydu ki bizim olsun? Hamamböcekleri ve kediler hariç, bize, her birimize birer tanrı yazılmış benim kanaatimce. Zaten Mussolini’nin tanrısı benim de tanrım olabilir mi? Pek tabii imkansız! Nietzsche’nin çok hasta ve ihtiyar bir tanrısı vardı. Çok acı çekti Nietzsche. Tanrının ölme ihtimalinin kendisi yeterince acı vericidir. Bir tanrı dahi ölür. Ölürler tanrılar. Ölüm tanrılarla bizim aramızda ve bize içredir. Nietzsche’nin tanrısı bir Kasım ayının bir sabaha karşısında ölmüştür derim. Nietzsche’den evvel. Ve neden sonra da onunla birlikte gömüldü ihtiyar. Tanrı öldü. Benim tanrımın, tanrılar ona uzun ömür versin, pek niyeti yok gibi ölmeye. En azından benim zaman zaman olduğu kadar. Şansım olsaydı bir tanrı istemezdim, ama bugün onlar hakkında pek konuşasım da yok, belki daha sonra.
Yeni yıkanmış ve buz gibi çarşafımın üzerine yığılıyor bedenim. Çelimsizce üzerime doğru çekiyorum sıyrılmış ve köşesi yerleri süpüren battaniyemi. İnsanın rüyalarında kendini hiç göremeyişi ne acıdır. En acısı elbet kendini bir denize karşı hiç görememek belki. Ben hiç değilse uykumda bir günün öğle vakti nasıl kahve içtiğimi, yol kenarlarındaki yamuk yürüyüşümü, sigarayı nasıl içtiğimi ve güzel bir sohbeti nasıl bedenimle yürüttüğümü görmek isterdim. Dünyadaki sayısız cehennemden belki en büyüğü de budur. En yakında ve en uzak. Sonsuz bir yabancılık. Var mı beni tanıyan, bilen? Havalar da pek soğuk artık. Kupkuru ayaz. Kışların tadı yok. Oysa bu havaları ne de severim bilirsin.
Bul beni.
Kesik kesik uykular ve de şiş gözlerle sabahı ediyorum. Yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçalıyorum ve üzerimi değişip evden çıkıyorum. Durağa biraz erken gidip otobüsü beklerken bir dal sigara yakıyorum ve durakta benimle birlikte bekleyen mahallenin eski imamı Ali amcayı görüyorum. O beni tanır ama hatırlamaz. Bir defasında son kez tanıştık ve sanıyorum o tam beşinci kezdi. Hafiften dışarı doğru çıkıyorum ki amcayı rahatsız etmeyeyim. Üçüncü kez dumanı üfleyip biriken külleri yere serpiyorum.
“Tütün insanı mahveder!” diyor amca. Şöyle bir kafamı çevirip gözlerine bakıyorum. “...fakat elbet ciğerlerden evvel kalp yorulur.”
Yutkunuyorum ve de gülümsüyorum kontrolsüzce. Pek tabii her şeyden evvel kalp yorulurdu.
“Kalbin görevi kan pompalamaktır. Onu öyle aşktır, meşktir, öyle şeyler için rahatsız etmeyeceksin!”
Gözüm sol elindeki altın alyansına takılıyor. “Karın duyarsa çok üzülür!” diyorum. Hafiften kaçamak gülümsüyor.
“O duyamaz artık. Ama ben onu duyuyorum. Yıllarca yan yana yaşadık gittik. Birinden biri Allah’ın komşusu olduğu beri artık öbürünün en derinlerinde soluklanmaya başlar. Birine en yakın böyle olursun. Fani aşklar ancak bedeni yıpratır...” biraz düşünüyor. “...ölüm sonsuz hissetmektir. Bunun da acelesi yok.”
Son dumanı çekip izmariti ayakkabımın altında söndürüp çöpe atıyorum. “ölüm sonsuz hissetmektir.” Aşağı yokuşu dönüp bize doğru yaklaşan otobüse el ediyorum. Ali amca ağır ağır kalkıyor yerinden.
“Allah ısmarladık yavrum, haydi dikkat et!” diyor.
“İyi günler efendim.” deyip otobüse biniyorum. Arkalarda bir yere geçip başımı cama yaslıyorum. Birkaç mevsim evvel yeşil pembe mor görünen sokakları izliyorum. Birkaç mevsim evvel çocuklar da daha bir çocuktu belki, ağaçlar meyveli. Mutluluk ve çocukluk andadır. Aşk ise bazen. Yaşamın özü yataydaysa ölümünki muhakkak dikeyde olmalıdır. Anda kaybolmanın da birikimli bir yokluktan elbet bir farkı vardı. Beni öyle bir bul ki kendimi her an görebileyim. Öyle bir gör ki bir daha unutamayayım.
“...A couple of light years ago
Heading straight for a fall...”
Bu gece birkaç kadeh şarap içerek dolunayı seyredeceğim ve sana bir şeyler fısıldayacağım, nostaljik ve garip. Bu kez bağırmak yok. Tanrım ellerindeki bir başka yıldızın tozlarını sürecek saçlarıma ve ayı yudum yudum dolduracak içtiğim her kadehe. Beni yeniden bulduğun ilk gün gökyüzünde bir yer beğen. Daha az parlak olsun.
Şahane..